Okullar tatil olduğunda Ankara’dan ayrılıp, orta halli bir kasaba olan memleketimize gittik. Orada 10 yaşındaki ortanca çocuğum Ahmet, 8 yaşındaki kuzeni İbrahim ve birkaç arkadaşı, kasabamızda “gönüllü” bir vatandaştan Kur’an-ı Kerim ve din dersi alıyorlardı.
Cami hocası çok sayıda çocukla uğraşıyordu. Gönüllü hocamız ise, Allah ondan razı olsun, alem bir insandı. Çocuklara hikayeler anlatıyor, güldürüyor, şakalaşıyor, cebinde gofretler getiriyor ve çocukları seviyordu. Üstelik onları evinde ağırlıyordu. Bütün bunlara rağmen yine de dökülenler oldu.
Ahmet ve İbrahim kısa sürede çok mesafe katettiler. Beş vakit namaza camide devam ediyorlardı. Camimiz ovada küçük bir binaydı. Kış mevsimi olduğu için cemaati de üç-beş kişiyi geçmiyordu. Onların da ikisi zaten bizim çocuklardı. İki-üç dede, bir hoca, bir de bizimkiler…
Yazın yatsı namazı hayli geç saatte oluyor, namaz çıkışı ovalarda başı boş köpekler olabiliyordu. Karanlık yollarda gelirken ağaç gölgelerinden, dal hışırtılarından korkuyorlar, ama kelleyi koltuğa almışcasına ısrarla camiye gidiyorlardı. Bazen ben yolda onları karşılıyordum, bazen de cemaatten bir dede onları eve kadar geçiriyordu.
Bu arada babam yatılı misafirimiz olmuştu. O da çocuklarla birlikte cemaate katılmıştı. Adamcağız yorgunluktan ya da rahatsızlıktan dolayı camiye gitmek istemediğinde bile çocuklar onu sürüklüyordu.
Babam eskiden hafızmış. İcap ettiğinde müezzinlik yapar. Bizim camimiz küçük olduğu için resmi müezzini yok. Cemaatten birisi müezzinlik görevini üstleniyormuş. Bir gün babama Cuma müezzinliği teklif etmişler, o da yapmış. Cuma namazında hayli kalabalık olan cemaat, başına toplanarak yaptığı güzel müezzinlikten dolayı iltifatlar yağdırmışlar.
Bu iş, durumu kenardan sessizce izleyen Ahmet’in o kadar hoşuna gitmiş ki, içten içe müezzinlik sevdasına tutulmuş da kimsenin haberi yok! Dedesini yakın takibe alarak okuduğu bütün tesbihatı, hatta namazdan sonra okuyup cemaati mest ettiği aşr-i şerifi kulaktan ezberlemiş.
Beş-on gün sonra babamı yolcu ettik. Çocukların namaz temposunda bir azalma olmamıştı.
Bir gün oğlum bana şu soruyu sordu:
- Anne kimler müezzinlik yapabilir? Mesela ben yapabilir miyim?
İzah etmeye çalıştım. Bilen biri olmalı, dedim.
- Benim yaşım tutar mı, diye sordu.
10 yaşında namazla mükellef olduğunu biliyor ve ayrıca müezzinliğe çok heves ediyordu. Cemaatin çok az olduğu vakitleri hiç kaçırmıyordu. Belki ona müezzinlik yapma fırsatı düşebilir diye. Ama bu isteğini cemaatten hiç kimseye de söylememiş. Ben de çocukça bir heves diyerek ciddiye almamıştım.
Yaz tatili sona eriyordu. Ertesi sabah erkenden Ankara’ya dönecektik. Oğlum son kez yatsı namazı kılmak üzere camiye gitti. Yanında kuzeni de vardı. Onlardan başka, hoca dahil üç kişi daha varmış. Benim oğlan, tüm cesaretini toplayıp sürpriz bir davranışla kamete kalkarak müezzinlik yapmaya başlamış. Çocuk hiç şaşırmadan okuduğu halde, genelde müezzinliği üstlenen zat kameti oğlumun ağzından alarak devam etmiş. Çocuk, “herhalde çok yanlış bir iş yaptım” düşüncesiyle o kadar utanmış, o denli rencide olmuş ki… Namaz biter bitmez kimsenin yorumunu beklemeden camiden öyle bir fırlayıp çıkmış ki… Kuzeni arkasından yetişmeye çalışmış ama yakalayamamış.
Çocuk eve geldiğinde öyle ağlıyordu ki, başına bir şey geldi sandım. Konuşamıyordu ya da konuşmak istemiyordu. Yüzü kızarmış, şişmişti. Hiç bir şey onu teselli edemiyordu. Nihayet hıçkırarak:
- Ne olurdu sanki anne, dedi, bu son gecem, bir kerecikte ben müezzinlik yapsaydım ne olurdu? Hem hiç şaşırmamıştım, dedemden iyice öğrenmiştim. Neden ağzımdan aldılar ki? Oğlum bir türlü teskin olamıyordu
Ertesi gün Ankara’ya döndük. Orada da evimize çok yakın bir camimiz var. Oğlum aynı samimiyetle orada da namaza devam etti.
Bir gün sonra cami avlusunun bir kenarında vaktin girmesini beklerken, oğlum müezzinin gözüne ilişmiş. O gün imam izinliymiş ve namazı müezzin efendi kıldıracakmış. 30-40 civarında da cemaat varmış. Oğlum hiç birini tanımıyor, hiç kimse de oğlumu tanımıyor. Oğlum ile müezzin arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
- Gel bakalım buraya delikanlı, senin adın ne?
- Benim adım Ahmet, abi…
Oğlum onun müezzin olduğunu bilmiyor, ona abi diye hitap ediyor.
- Peki Ahmet, sen Kur’an okumayı biliyor musun? diye soruyor. Evet cevabını alınca, bir soru daha soruyor:
- Peki, müezzinlik yapabilir misin?
- Evet, yapabilirim abi!..
Akşam yemeğinde Ahmet yoktu. Camidedir diye düşündük. Az sonra kapının zili canhıraş bir şekilde çalmaya başladı. Oğlum gelmişti. Mutluluktan konuşamıyordu. İlâhi bir tevafuk, bir lütuf çok kısa sürede oğlumun yarasını sarmıştı. - Müezzinlik yaptım! diye haykırıyordu, hem de 30 kişilik cemaat vardı!
Biz de çok sevindik.
Ayşe İzci